12 Eylül Darbesi ve Türk – İslam Sentezi
1970’li yıllarda yaşanılan rejim krizinin ve sınıflar arası mücadelenin bir sonucu olarak gerçekleşen, 12 Eylül askeri darbesinin üzerinden 45 yıl geçti.
Toplumsal özgürlük talebiyle birlikte yükselen işçi, gençlik hareketini bastırmayı ve 1961 Anayasası’nın sağlamış olduğu hakları ortadan kaldırmayı hedefleyen bu acımasız darbe aradan geçen bunca yıla rağmen varlığını ve olumsuz etkisini hala sürdürüyor.
Bu darbe sonrasında oluşturulan siyasal düzen, yeni sistemi devam ettirmek için çıkarılan anti- demokratik yasalar ve buna paralel olarak uygulanan ekonomik politikalar, ülkeyi bugün yaşadığımız kötü koşullara taşımış oldu. Türkiye’yi 12 Eylül 1980 ile Kasım 1983 seçimleri arasındaki sürede beş darbeci generalin oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyi (MGK) yönetti. MGK, yeni bir anayasa yapmak üzere mecliste bir Danışma Meclisi’nin oluşturulmasını sağladı. Bu üyeleri de kendileri atadı. Oluşturulan göstermelik meclise rağmen son karar verici MGK oldu.
Sermayenin çıkarlarını korumayı esas alan 12 Eylül’ün darbecileri sayesinde, Türkiye’nin ekonomi politikasında ciddi bir değişikliğe neden olan 24 Ocak Kararları daha kolay uygulanabildi.
Koşulların oluşması için son ana kadar beklenilen faşist askeri darbenin sendikal alandaki asıl hedefi DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) olurken eğitim alanında ise devrimci- demokrat öğretmenlerin örgütü TÖB-DER’di (Tüm Öğretmenler Birleşme Dayanışma Derneği).
12 Eylül askeri darbesi ile mevcut hükümet görevden alınırken, Türkiye Millet Meclisi (TBMM) lağvedildi. Siyasi partilerin faaliyetleri önce durduruldu, ardından kapatıldı. Siyasi parti liderleri ise daha önceden belirlenen yerlerde mecburi ikamete tabi tutuldular. Hedeflenen 1961 Anayasası da yürürlükten kaldırıldı.
Darbe sonucunda sendikal faaliyetler durdurulup, grevler yasaklanırken, toplu iş sözleşmesi hakkı da askıya alındı. Patronların her zaman rahatsız olduğu DİSK’e kapatma davası açıldı. Gözaltına alınan yöneticileri, yıllarca tutuklu kalıp, idamla yargılandılar. Sendikanın taşınmazlarına, paralarına el konuldu. 11 yıl boyunca faaliyetleri yasaklanan DİSK’e açılan dava, 1991 yılında beraatle sonuçlandı. Uzun süreli sendikal kesintiyle DİSK büyük oranda üye kaybına uğradı. DİSK’in daha önce el konulan taşınmazları, araçları ve paralarının iadesi, Anayasa Mahkemesi’nin 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun geçici 3. maddesini 31 Mart tarih ve 1982/20 sayılı kararıyla iptal etmesi sonucunda gerçekleşti.
Her dönem mevcut iktidarların yanında konumlanan Türk- İş’in faaliyetleri durdurulmadı. Darbeye açıkça destek veren Türk-İş’in o dönemdeki Genel Sekreteri Sadık Şide darbe hükümetinde görev aldı. Darbeden sonra malvarlığı dondurulan fakat faaliyetleri devam eden Hak-İş’in ise 20 Şubat 1981’de malvarlığı iade edildi. Hak-İş o dönem hazırlamış olduğu raporlarda, doğrudan isim vermeyerek DİSK’i eleştirirken 12 Eylül askeri cuntasını övdü. MHP çizgisinde olup, sınıf sendikacılığına karşı çıkan MİSK (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu) hakkında hesapları bloke edilmesine rağmen herhangi bir dava açılmadı.
1982 yılında yapılan Anayasa’da 2821 ve 2822 sayılı Sendikalar Yasası ile işçi hakları büyük oranda gasp edildi. Darbe sonrası grevlerin yasaklanması ile devreye sokulan Yüksek Hakem Kurulu (YHK) sayesinde 4 yıl boyunca ülkede grev yapılamadı. 1984 yılından günümüze kadar ki süre içinde toplu iş sözleşmeleri baskı altına alındı, grev sayıları düştü. Yapılan çok büyük orandaki özelleştirmelerle (ANAP ve AKP döneminde) kamuda çalışan işçi sayısı azaldı.
12 Eylül askeri darbesi ile 650 bin kişi gözaltına alınırken, 230 bin kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. Bunlardan 52 bini tutuklandı. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 14 kişi açlık grevlerinde, 171 kişi ise işkence altında yaşamını yitirirken, 50 kişi de idam edildi. Kapatılan 23 bin 700 derneğin en önemlilerinden biri de TÖB-DER’di. O dönem de, 670 şubesi ve 220 bine yaklaşan şubesi ile TÖB-DER büyük bir örgüttü. Karanlık güçlerin ve faşistlerin en büyük hedeflerinden biri olan TÖB-DER’in 1980 yılına kadar 220 üyesi saldırılar sonucu katledilmişti.
Darbenin lideri Kenan Evren, her fırsatta kamuoyu önünde, öğretmeni itibarsızlaştıran konuşmalar yaptı. “Olayların sebebi öğretmenlerdir. Suçlu öğretmenleri bize ihbar edin.” çağrısı yapan Evren’in hedef göstermesiyle 25 Aralık 1981 tarihinde TÖB-DER kapatıldı. Darbe öncesi katledilen, TÖB-DER üyelerinin faillerini bulmak için çaba göstermeyen darbeciler, TÖB-DER yöneticilerini ve bazı aktif üyelerini gözaltına alıp, işkenceden geçirdiler. TCK’nun 141. ve 142. maddelerine göre 50 yönetici ve temsilci 1 yıl ile 8 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu dahil çok sayda dernek üyesi yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu ile görevlerine son verilen öğretmenler ve bazı devlet memurları da geçirebilmek için pazarcılık, işportacılık yaptılar. Zabıtalar tarafından yeri geldi kovalandılar. Kimisi de inşatlarda ağır işlerde çalıştı. Sayıları az olan dershanelerde iş bulabilenlerde, karın tokluğuna, güvencesiz çalışmayı kabul ettiler. 6 Kasım 1981’de çıkarılan, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) kuruldu. Sonraki süreçte, 1402 sayılı yasanın ilgili maddelerine dayanılarak özelikle sol görüşlü demokrat öğretim görevlileri, YÖK tarafından görevlerinden uzaklaştırıldı. Üniversiteler tek tipleştirilmeye çalışıldı.
Darbenin ardından liselerde, ortaokullarda eğitim neredeyse bir kışla düzenine dönüştürüldü. Öğretmenlerin birçoğu bilgi aktaran değil, devlet ideolojisini dayatan bireyler oldu. Ders müfredatlarında ideolojik bir kuşatma öne çıktı. Araştıran, sorgulayan, eleştiren düşünceye yer verilmedi. Laiklik ilkesine aykırı olarak Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri eğitimde zorunlu hale getirildi. Tarih, Vatandaşlık Bilgisi ve İnkilap derslerinde genellikle militarist, devletçi, milliyetçi bir bakış açısı hakim hale geldi. Sonuç olarak eğitime büyük darbe vurulmuş oldu.
1980- 1983 döneminde neoliberal politikalara, istikrar paketleri ve yapısal uyum programları eklemlendi. Darbe döneminde basın da kontrol altına alınırken, merkez medya darbenin yanında durdu. Suya sabuna dokunmadan attıkları başlıklarla darbecilerin suç ortağı oldular.
Türk -İslam Sentezi
Atatürkçülük söylemi ile yola çıkan darbecilerin ilerleyen zaman içinde ideolojik programlarının Türk- İslam Sentezi üzerine kurulu olduğu ortaya çıktı.
‘Devleti kurtarma’ adına İslam’ı komünizme karşı bir set olarak kullanmak isteyen askeri cunta, hem sağ milliyetçi hem de İslamcı unsurları birleştirerek geniş bir kitle tabanı yaratmayı hedefleyen Türk -İslam sentezcileriyle işbirliği yapmayı esas aldılar.
Türk-İslam sentezi, Osmanlı’nın son dönemlerinde gündeme getirilmiş olan Türkçülük ve İslamcılık siyasetlerinin birleşiminden doğmuş, daha sonraları 1960’lardan itibaren sistemli bir ideolojik çerçeveye oturtulmuştur.1960’lı yıllarda solun entelektüeller, bürokratlar ve öğrenciler üzerinde ki fikri etkisine karşı; milliyetçi, muhafazakar bir yanıt verme arayışında olan sağ muhafazakarlar 14 Mayıs 1970 yılında İstanbul’da Aydınlar Ocağını kurdu. Türk -İslam Sentezi’nin kuramsal formülasyonunu yapan bu Ocak içinde yer alan akademisyenler, bürokratlar, yazarlar Türk kimliğini İslam ahlakı ile harmanlayan bir ideoloji geliştirdiler. Ocağın ilk başkanı olan İbrahim Kafesoğlu, Türklüğün İslam’la bütünleşmesi fikrini teorik bir çerçeveye oturttu. Bu Ocak görüşleri ile 70’li yıllarda Milliyetçi Cephe politikalarına yön verdi. Bunlar 12 Eylül’ün cuntacı generallerine raporlar sunarak eğitim, kültür ve gençlik politikalarını yönlendirdi.
12 Eylül askeri darbesi sonrasında Atatürk Yüksek Kurulu, YÖK ve TRT gibi resmi kurumlar Aydınlar Ocağı’nın kontrolüne bırakıldı. Cuntacı generaller Türk -İslam Sentezi’nin Türk olan tarafına Atatürk ve Atatürkçülüğü yerleştirirlerken 12 Eylül Anayasası’nın 24. maddesi ile de Din ve Ahlak Bilgisi dersini zorunlu dersler arasına alarak laik aydınlanmacılığa milli eğitimin kapılarını kapattı.
Darbe lideri Kenan Evren’in meydanlarda kürsüye çıkarak Kurandan ayetler okuması dinin askeri yönetim tarafından araçsallaştırıldığının sembolik örneklerindendir. Doğu illerinde kırsal bölgelerde uçak ve helikopterlerden atılan bildiriler de dini referanslara yer verilmesi, dinin itaat ve düzen aracı kullanıldığına işaret etmekteydi. 12 Eylül Türk – İslam Sentezi’ne dayanarak İslam’ı ideolojik ve toplumsal kontrol mekanizmasının merkezine oturtmuştur. Bu tutum 1980 sonrası siyasal hayatı besleyen önemli unsurlardan biri olmuştur.
12 Eylül’ün darbeci generalleri, Alevi – Kürt kimliği yanında sol hareketlerin güçlü olduğu Dersim’e Türk-İslam Sentezi görüşlerini yoğun bir şekilde uygulamak için Kenan Güven adlı bir emekli generali 1982 yılında vali olarak atadı. Bu vali Dersim’ de devlet yöneticiliğinin yanında aynı zamanda ideolojik bir misyoner gibi çalışmalar yürüttü. Vali Güven’in uygulamaları sadece güvenlik tedbirleri ile sınırlı kalmadı, bölgenin dini ve kültürel dönüşümünü hedefleyen sistematik projeleri de öne çıkardı. Bölge halkının Alevi – Kürt kimliğini zayıflatıp Türk-Sünni vatandaş profili yaratmaya çalıştı.
Vali Kenan Güven döneminde bölgede Kuran kursları açtırıldı. Talep olmadığı halde Alevi köylerine cami yaptırıp, imamlar atandı. Vatandaş bu duruma yıllarca tepki gösterdiler. Sonuçta camiler boş kaldı.
Dersim’de yaşananlara ilişkin “1980’den Günümüze Tunceli’de Cemaat Örgütlenmesi” başlıklı kitabı kaleme alan Yazar Mesut Özcan, kitabının 10. sayfasında şunları yazmıştı. “Kenan Güven’in gelmesiyle birlikte Tunceli’de peş peşe Kuran kursları açılıp köylere cami/ mescit yapılırken, bir yandan da Türkiye’nin çeşitli illerinden bazı müftüler davet edilip bütün ilçelerde ‘Doğu İrşad Konferansları’ adı altında faaliyetler tertiplenmeye, vaazlar verdirilmeye başlandı. İrşad heyetleri gittikleri yerlerde İslam dinini övmekte, sosyalizmi komünizmi ve bu ideolojinin önderlerini din düşmanı, birlik düşmanı, namus düşmanı olarak göstermekte, halkı bu düşüncede olanlara karşı cihada çağırmaktaydılar. Bu heyete göre, ‘Kürt’ diye bir etnik grupta yoktu. Bu yüzden heyet, halkı, kendisini ‘Kürt’ görüp de Türklük’den ayıran, Türk olmadıklarını söyleyenlere karşı konmasını istiyor, bunları din düşmanı, İslam düşmanı ilan ediyordu.”
Vali Güven’in uygulamaları yalnızca bir yerel vali inisiyatifi değil, merkezden gelen Türk -İslam Sentezi’nin ideolojik bir yansımasıydı. Dersim’in asayiş sorunu “ancak kültürel ve dini bir dönüşümle çözülebilir” anlayışı devletin geçmişten gelen asimilasyon politikalarının sürekliliğini işaret etmekteydi. İrşad toplantıları Alevi inancını yok sayan, hatta gayrimeşru bir devlet yaklaşımının açık bir tezahürüydü.
Yazar Mesut Özcan kitabının 15. sayfasında Kenan Güven’ in 4 yıllık görevi döneminde “Müslümanlaştırılmak” üzere 5 bin yoksul çocuğun başka illerdeki Kuran kurslarına gönderildiğini ifade ediyor.
Kenan Güven’in askeri cunta destekli bu dayatmalarına karşı Dersim halkı büyük tepki gösterdi. Askeri cunta temsilcilerinin Dersim’i sünnileştirme girişimi hem bölgesel kimliğe, hem de Alevi inancına yönelik bir saldırıydı. Aydınlar Ocağı yönlendirmeleri ve Türk İslam Sentezi doğrultusunda Dersim’de ve daha birçok bölgede darbecilerce gerçekleştirilen anti – laik uygulamalar başarılı olamamıştır.
12 Eylül darbesi, Türkiye’de İslam’ın sistem içi rolünü güçlendiren tarihsel bir dönemeçtir. 12 Eylül darbecileri laikliği görünürde korurken, aslında dinin siyaset ve toplum üzerindeki etkisini artırmışlardır.
Hasan Aydın
EGEDE YAŞAM ::: Özgür İnternet Gazetesi
Halkın ve Sadece Haklının Yanında…
YAŞASIN CUMHURİYET…
MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ…
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE…