Özgür İnternet Gazetesi – Halkın ve Sadece Haklının Yanında…
cumhuriyet100

Patronlu başkanlık rejimi

167

Anayasa Profesörü Korkut Kanadoğlu ile gündem; HDP Milletvekili Gergerlioğlu’nun durumunu, HDP’ye kapatma davasını, İstanbul Sözleşmesi’nin feshini konuştuk.

NEDEN PROF. DR. KORKUT KANADOĞLU? Önce HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürüldü, sonra HDP’ye kapatma davası açıldı. Gece yarısı İstanbul Sözleşmesi’ni onaylayan ilk ülke olarak Türkiye, sözleşmeden çekildi. Yine bir gece yarısı Gergerlioğlu, TBMM’de gözaltına alındı. Tüm bu gelişmeler siyasi olarak konuşulurken hukuka uygunluğu da tartışılmaya başlandı. Bize de “Siyasi Partiler Kanunu Şerhi” ve “Anayasa Mahkemesi’ne Bireysel Başvuru” kitaplarının da yazarı Anayasa Profesörü Korkut Kanadoğlu’na sormak kaldı.

– Ömer Faruk Gergerlioğlu hakkındaki Yargıtay kararı… Sonra sabaha doğru gözaltına alınıp, saatler sonra serbest bırakılması… Son gelişmeden başlayalım.

Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, özellikle bireyleri keyfilikten korumaya yöneliktir. Gergerlioğlu’nun gözaltına alınması ise tipik bir keyfilik örneğidir. Gözaltı tedbirinin önkoşulu suç işlediğine dair somut belirtilerin bulunmasıdır. Gergerlioğlu’na atfedilen “milletvekili gibi davrandığı, sosyal medya üzerinden basın açıklamaları yaptığı, canlı yayınlar yaptığı, kamu binasında hakkı olmadan durması” fiilleri hiçbir şekilde somut suç belirtisi olarak kabul edilemez. Ayrıca suç işlediği hakkında herhangi somut belirti bulunmayan Gergerlioğlu’nun yakalanmasının, maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasını temin etmek amacına yönelik olmadığı hususunda da bir tereddüt bulunmamaktadır. Dolayısıyla Gergerlioğlu’nun yakalanması ve sonrasında uygulanan gözaltı tedbiri anayasal açıdan meşru bir amaca dayanmamaktadır.

Bu keyfi uygulama ile çağrı üzerine gelmeme durumunda zorla getirme veya yakalama işlemi yapılmasına yönelik tedbirler alınacağı taahhüdünü içeren İnsan Hakları Eylem Planı’nın kâğıt üzerinde kaldığı bir kez daha görülmüştür.

TWEET MAHKÛMİYETİ ÖZGÜRLÜĞÜN İHLALİ

– Gergerlioğlu’nun tweet’i örgüt propagandası suçunun oluşması için yeterli mi? Hukuki olarak bu tweet örgütün cebir ve şiddet veya tehdit içeren yöntemlerin övüldüğü anlamına geliyor mu?

Demokratik bir devletin varlığı için düşüncelerin çatışmasının, fikirlerin uyuşmazlığının ne kadar önemli olduğunu, ifade özgürlüğünün demokrasi için vazgeçilmez kurucu bir unsur olduğunu hatırlatmaya sanırım gerek yok. Son yıllarda özellikle terör propagandası suçu açısından Yargıtay ve AYM ifade özgürlüğünü önceleyen bir yaklaşım geliştirdi ve terör propagandası suçunun ancak terör eylemlerini, şiddet kullanımını öven sözler için söz konusu olacağını, bunun dışındaki açıklamaların cezalandırılmasının ifade özgürlüğünün koruma alanına meşru olmayan bir müdahale olacağını belirtti. Nitekim Sırrı Süreyya Önder kararında, çözüm süreci zamanında yapılmış olan konuşmanın terör propagandası suçunu oluşturmadığı AYM tarafından tespit edilmiştir. Aynı şekilde AYM’nin Öcalan kararında “eşi görülmemiş kırım hareketine karşı PKK öncülüğünde geliştirilen özgürlük hareketi”, “PKK’nin öncülük ettiği devrimci halk savaşı” gibi ifadeleri içeren kitabın toplatılmasıyla başvurucunun düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüne demokratik bir toplumda gerekli ve ölçülü olmayan bir müdahalede bulunulduğu sonucuna varılmışken, hatta demokratik çözümün gerçekleşmemesi halinde “nihai bir savaş aşamasına geçilebileceği” yönündeki ifadeler, başvurucunun şiddeti teşvik ve terör eylemlerinin yapılmasına çağrıda bulunduğu anlamına gelmediği saptaması da yapılmışken, bütünü itibarıyla hiçbir şekilde şiddet kullanımını, silahlı direnişi veya başkaldırmayı tahrik etmeyen bir tweet nedeniyle mahkûmiyet, ifade özgürlüğünü ihlal edecektir. Sonuç olarak kamuoyunu büyük ölçüde ilgilendiren bir sorunda düşüncelerin tartışılmasına katkı ne denli çok olursa, ifade özgürlüğünün koruma alanı da o denli genişleyecektir. Gergerlioğlu’nun yaptığı Twitter paylaşımıyla, halen erişim engeli kararı verilmemiş ve içeriğinde herhangi bir somut şiddet eyleminin övülmediği bir gazete haberini alıntılaması gerekçe gösterilerek terör propagandası suçundan mahkûm edilmesi, konunun usulü boyutu (milletvekili dokunulmazlığı) bir yana Yargıtay ve AYM’nin daha önce kendisinin belirlediği ifade özgürlüğüne ilişkin ilkelerle bağdaşmamaktadır.

DOKUNULMAZLIĞIN KALKTIĞINDAN SÖZ EDEMEYİZ

– O halde Gergerlioğlu hakkındaki karar anayasaya aykırı..

Hükmün içeriğinden de bağımsız olarak şunu söylemem gerekir: Gergerlioğlu’nu mahkûm eden derece mahkemeleri, anayasanın 83. maddesinde dokunulmazlığın istisnası olarak atıf yapılan anayasanın 14. maddesini yanlış yorumlamıştır. Söz konusu madde, 2001 yılında değiştirilirken, 14. maddenin kapsamı düşünce özgürlüğü lehine daraltılmış ve sadece Cumhuriyetin niteliklerine karşı olan “faaliyetler” özgürlüklerin kötüye kullanılması olarak belirlenmiştir. Bu açıdan, örgüt propagandası suçunu anayasanın 14. maddesi kapsamında görmemek gerekir. Sonuç olarak Gergerlioğlu’nun milletvekili seçilmesiyle kazanmış olduğu dokunulmazlığın kalkmış olduğundan söz edemeyiz.

– Gergerlioğlu’nun Anayasa Mahkemesi başvurusunu beklemeyi engelleyen bir yasal düzenleme var mı?

Bu tartışma aslında 2010 anayasa değişiklikleriyle ortaya çıkan yeni hukuki durumdan kaynaklanıyor. Bilindiği gibi bu değişikliklerle AYM’ye bireysel başvuru yapma olanağı getirildi. Fakat milletvekilliğinin düşmesini düzenleyen anayasanın 84. maddesi kaleme alındığı zaman, doğal olarak milletvekilliğinin düşmesine yol açan kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararına karşı AYM’ye bireysel başvuruda bulunarak ihlal kararı alabilmek mümkün değildi. Dolayısıyla burada bir anayasal boşluğun ortaya çıktığını belirtmem gerek. Nitekim geçmiş yasama dönemlerinde AKP’li TBMM Başkanı Cemil Çiçek tarafından kesinleşmiş mahkûmiyet hükümlerinin TBMM Genel Kurulu’nda okunması bekletilerek bu milletvekillerinin vekilliklerinin düşmesi engellenmişti. Örneğin bu vekillerden biri olan Engin Alan hakkındaki Balyoz kumpas davasında verilen mahkûmiyet hükmü aceleyle TBMM Genel Kurulu’nda okutulmadığı için milletvekilliği düşmemişti. Bu süreçte AYM tarafından hak ihlali kararı verilmesi, milletvekilliği sıfatı hakkında herhangi bir tartışmaya yol açmamıştır. TBMM Başkanlığı’nın bu tavrı, rahmetli Erdoğan Teziç hocamızın ifadesiyle tipik “anayasa uygulaması” oluşturmuştur. Oysa bu yasama döneminde TBMM Başkanı Mustafa Şentop tarafından AYM’ye yapılmış olan bireysel başvuru sonucu beklenmeksizin mahkûmiyet hükümleri genel kurulda okutularak, seçme ve seçilme hakkını korumayı esas alan bu anayasa uygulamasından dönülmüştür. Bu da kuşkusuz anayasal bir soruna yol açmaktadır. Nihai çözümün ise anayasada bu duruma ilişkin bir değişiklik yapmakla sağlanabileceği kanaatindeyim.

TEKRAR MİLLETVEKİLİ  SIFATINI KAZANACAKTIR

– Gergerlioğlu da tıpkı Enis Berberoğlu gibi TBMM’ye döner mi öyleyse?

Eğer AYM, milletvekili dokunulmazlığına ilişkin Berberoğlu kararındaki tespitlerinin arkasında durur ve ihlal kararı verirse, bu durumda ilgili mahkeme şüphesiz yeniden yargılama yapmak ve milletvekili dokunulmazlığı nedeniyle yargılamanın durmasına karar vermek zorundadır. Bu kararın da paralel bir usul işletilerek TBMM Genel Kurulu’nda okunması ile Gergerlioğlu tekrar milletvekili sıfatını kazanacaktır. Bu da AYM kararlarının bağlayıcılığı ve hak ihlalinin giderilmesindeki temel amaç olan “eski halin iadesi” ilkesinin bir gereğidir.

HUKUKİ İNANDIRICILIĞI ZAYIF

– Tüm bu gelişmelerin ışığında sizce HDP yine de kapatılır mı, yoksa Anayasa Mahkemesi’nden “sürpriz” bir karar çıkar mı?

Bu biraz da “sürprize” nereden baktığınıza bağlı. Türkiye’deki uygulama, aynı çizgideki siyasi partilerin (HEP-DEP-HADEP-DTP) ya da “Kürt sorununa” temas eden partilerin (TİP-Sosyalist Parti) kapatılma yaptırımından kurtulamadığını gösteriyor. Ancak hukuken olması gerekeni konuşuyorsak, öncelikle AİHM’nin parti kapatma hakkındaki içtihadına bakmamız gerek. Özellikle AİHM’nin yakın tarihli DTP kararı hukuken olması gerekene ilişkin önemli ipuçları veriyor.

– Hatırlayalım…

Tıpkı bugün HDP iddianamesinde ileri sürüldüğü gibi “PKK ile bağlantılı olarak anayasaya aykırı eylemlerin odağı” haline geldiği gerekçesiyle DTP hakkında AYM tarafından 2009’da kapatma kararı verilmişti. Bu karara karşı AİHM’ye yapılan bireysel başvuru sonucunda mahkeme, kapatma kararıyla örgütlenme özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermişti. Bu kararın, anayasamız gereği iç hukukumuzun bir parçası olan AİHS gereğince bağlayıcı olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mı? Biraz teknik olacak ama insan hakları hukukunda bireysel başvuru kararlarının etkisinden bahsederken iki yönlü bir değerlendirme yapılır: Bunlardan birincisi, kararın sübjektif etkisidir. Buna göre, karar öncelikle başvuranlar açısından sonuç doğurur. Bireysel başvuru kararlarının ikinci etkisi ise objektif etki dediğimiz hukuk düzenine etkidir. Bu da en basit ifadeyle bir bireysel başvuru sonucunda alınan kararın benzer durumlardaki paralel hukuki uyuşmazlıkları da etkilemesidir. Bunu söylememin sebebi, DTP’nin kapatılmasının ardından o dönemki anayasa hükümleri gereğince milletvekilliği düşen Ahmet Türk’ün bugünkü davada da hakkında siyasi yasak istenmiş olması. Oysa AİHM daha önce verdiği DTP kararında Ahmet Türk’ün siyasi faaliyet özgürlüğüne benzer sebeplerle yapılan müdahalenin, hak ihlali oluşturduğunu tespit etmişti. Daha geniş açıdan yaklaşırsak, bugün tüm Kıta Avrupası’nda parti kapatma rejimini belirleyen temel ilkeleri olarak AİHM’nin özellikle Refah Partisi ve DTP kararlarına referans verilmekte.

HAZİNE YARDIMINDAN YOKSUN BIRAKABİLİR

– HDP iddianamesine dönersek…

Partili yönetici ve milletvekillerinin bazı açıklamalarının delil olarak yer aldığını görüyoruz. Fakat Sırrı Süreyya Önder örneğinde olduğu gibi, bu açıklamaların terör örgütü propagandasından mahkûm edilmesini, AYM ifade özgürlüğünün ihlali olarak değerlendirmişti. Bu durum iddianamede, AİHM ve AYM kararlarının bağlayıcılığının hiçbir suretle dikkate alınmadığını göstermektedir. Ayrıca İspanya ve Türkiye’yi karşılaştıran AİHM, İspanya’nın pek çok özerk bölgesinde, çok sayıda “ayrılıkçı” siyasal partinin barış içinde bir arada varlığını sürdürdüğünün altını da çizmiştir. Böylece bu konudaki sorunların demokratik bir tartışma çerçevesinde ele alınması mümkün olabilmektedir. Çoğulculuğun sağlanamadığı ortamda parti kapatma yaptırımına başvurulması, bu ilkeleri savunmayı silahlı örgütlerin tekeline bırakmak olur ki bu da Sözleşme’nin ruhuna aykırı düşer. Tüm bu sebeplerle, HDP’in kapatılma davasında AYM ya AİHM, içtihadı doğrultusunda kapatma istemini reddedecek; ya da DTP kararından ayrılmayı haklı kılacak delillerin varlığını somut gerekçelerle ortaya koyma koşuluyla kapatma kararı verecektir.

– Siz ne gibi bir sonuç bekliyorsunuz?

Anayasada öngörülen en ağır yaptırım parti kapatmadır. Ancak temelli kapatma yerine dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasi partinin devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına da karar verilebilmektedir. İHAM, DTP’nin kapatılması kararını bu noktada bir kez daha Herri Batasuna ve Batasuna’nın kapatılması ile karşılaştırarak parti kapatmanın İspanyol hukukunda öngörülmüş olan tek yaptırım türü olduğu için Sözleşme ile çelişmediğine, DTP’nin ise devlet yardımından yoksun bırakma yaptırımının varlığına rağmen kapatılmasının Sözleşme’nin ihlaline yol açtığını saptamıştır. Bu saptamadan hareketle HDP için de ara bir formülün, yani hazine yardımından yoksun bırakmanın, ilk aklıma gelen sonuç olduğunu söyleyebilirim.

– Yasal olarak bundan sonra nasıl bir süreç işleyecek?

Henüz dava açma aşamasına gelmedik, henüz ara muhakeme aşamasındayız. Davanın açılmış olması için AYM tarafından iddianamenin kabul edilmesi gerekiyor. Şu an itibarıyla AYM Başkanı, ilk inceleme için bir raportör görevlendirdi. Raportörün hazırlayacağı rapor üzerine iddianamenin kabulüne karar verilmesi halinde, ilgili siyasi partinin yazılı savunması alınacak. Ayrıca kapatılması istenen siyasi parti sözlü savunma da yapacak. Gerekli görülmesi halinde ilgililerin sözlü açıklamaları dinlenecek ve nihayetinde esas hakkında bir karar verilecektir. Belirtmek gerekir ki AYM Genel Kurulu’nun kapatma kararı verebilmesi için toplantıya katılan üyelerin üçte iki oyu gerekecektir.

– Böyle bir dava ne kadar sürer, örneğin 2023’ten önce sonuçlanma olasılığı var mıdır?

Ne anayasada ne de Anayasa Mahkemesi Kanunu ve Siyasi Partiler Kanunu’nda parti kapatma davalarının ne kadar sürede sonuçlandırılması gerektiğine dair bir hüküm yer alır. Yakın tarihimizde dört ayda sonuçlanan parti kapatma davaları (Adalet ve Kalkınma Partisi) görüldüğü gibi yedi seneyi aşan ve yasal dayanağı kalmadığı için düşen parti kapatma davaları da (DEHAP) var. Dolayısıyla şimdiden kesin bir şey söylemek mümkün değil.

AKİL İNSANLAR DA RİSK ALTINDA MI?

– HDP ne yapabilir?

Hukuken HDP’nin önünde iki seçenek olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bunlardan birincisi, kapatma davasının sonucunu beklemek ve bu yargılama sürecinde savunma yapmak. Tabii bunun sonucunda partinin kapatılması, birçok üyesinin siyasi partilere üye olmasının yasaklanması ya da hazine yardımından partinin yoksun bırakılması gibi bir sonuçla karşılaşılabilir. Böyle bir kararla iç hukuk yolları tüketilmiş olacak ve AİHM’ye başvuru yolu açılacaktır. İkinci seçenek ise HDP’nin büyük kongresini toplayarak partinin tüzelkişiliğine kendisinin son vermesidir. Bu durumda parti hakkındaki kapatma davası düşecektir. Aslında 2010 öncesinde farklı bir hukuki durum bulunmaktaydı: Çünkü Siyasi Partiler Kanunu’nun 108’inci maddesine göre, kapatma davası açıldıktan sonra, ilgili parti kapanma kararı vermiş olsa bile açılmış olan kapatma davası devam etmekteydi. Ancak 2010 anayasa değişiklikleriyle yapısı değiştirilen Anayasa Mahkemesi, SPK’nin 108’inci maddesindeki bu hükmü iptal etti. Hemen ardından da bu iptal hükmünü DEHAP kararında uyguladı ve yedi buçuk senenin ardından davanın düşmesine karar verdi. Bu açıdan HDP dava sonuçlanmadan kendisini feshederse yahut başka bir partiye katılma kararı alırsa dava süreci hukuki sonuçlarını doğuramadan sonlanacaktır.

– Diyelim ki HDP için kapatma kararı çıktı, vekillere üyelik yasağı geldi… O zaman anayasaya göre ara seçim zorunlu mu olur?

Hayır, çünkü partinin kapatılmasına sebep olan diğer üyeleri gibi milletvekilleri de kapatma davası sonucunda diğer bir partinin kurucusu, üyesi ya da yöneticisi olamama gibi bir yaptırımla karşılaşacak olsalar bile yine 2010’da yapılan anayasa değişikliği sonrasında artık bu onların milletvekilliklerinin düşmesine yol açmayacaktır. Dolayısıyla salt bu nedenle zorunlu bir ara seçim kesinlikle söz konusu olmayacaktır.

– Size göre bu, siyasi bir dava mı, hukuki mi?

Kamuoyunda ne yazık ki tüm kapatma davalarının siyasi olduğu yönünde bir algı oluştu. Bu algı, yargıya olan güvenin gün geçtikçe azalmasıyla daha da pekişmektedir. Partili cumhurbaşkanının atadığı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın hazırladığı iddianame hakkında, yine büyük çoğunluğu partili cumhurbaşkanı tarafından atanan AYM üyelerince karar verilecek olması da bu bağlamda göz önünde bulundurulmalıdır. Buna karşılık gerçek hukuk devletlerinde kapatma davaları, siyasi sonuçları olsa da belirli bir yargılama usulüne göre yürütülür. Üstelik dava sonucu verilen kararlar, çoğulcu ve özgürlükçü anayasal düzene düşman siyasi partilerin, anayasal yasakları ihlal ettiğine ilişkin açıklayıcı bir tespiti içerirler. Nazi Almanyası ve faşist İtalya örneklerinin yaşattığı acı deneyimler, çoğulcu demokrasinin ancak bağımsız anayasa mahkemeleriyle korunabileceğini açıkça gösterdi. Nitekim yakın geçmişlerinde otoriter ve totaliter deneyimler geçiren Almanya, İtalya, Türkiye, Portekiz, İspanya, Polonya, Çek Cumhuriyeti gibi birçok ülkede bu tür düzenlemeler getirilmiştir. Son olarak parti yasağının koruduğu değerin, mevcut siyasal-kamusal düzenin belirli detayları olmayıp bütünüyle siyasi sürecin açıklığı ve özgürlüğü olduğunu belirtmeliyim. Bu nedenle söz konusu olan “devletin korunması” değil, “anayasanın korunması”dır. Parti yasaklamanın bu meşru amaca yönelik olması yeterli değildir. Yasaklama ancak demokratik bir toplumda zorunlu ise haklıdır.

– Belki hukuken bir karşılığı yoktur ama benim yurttaş olarak sorularım var.. Mesela, başsavcının iddiası: “HDP, PKK elebaşısı Abdullah Öcalan’ın projesidir, PKK’nin partisidir.” Peki… Çözüm sürecini hatırlayalım. İmralı’da Öcalan’la müzakereye oturuldu, HDP de İmralı ve Kandil arasında mekik diplomasisi yürütmek üzere devreye sokuldu. HDP aynı HDP, kadroları aynı. 2019 yerel seçimleri arifesinde Öcalan, avukatları aracılığıyla İstanbul seçimlerine ilişkin mektubunda “HDP tarafsız kalmalıdır” diyor, mektubu da Anadolu Ajansı yayımlıyor; sonra, kırmızı bültenle aranan Osman Öcalan TRT’ye çıkıp konuşuyor. Tüm bunların hukuken bir anlamı yok mu?

Aslında bu sorularınızın hukuki karşılığı var. Yine AİHM’nin DTP kararına dönelim: O davada AİHM, DTP yöneticilerinin söylemlerinin bir bütün içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiş; örneğin parti liderlerinin devlet ile terör örgütü arasında arabulucu olabileceklerini söyledikleri için Kürt sorununun barışçıl bir biçimde çözülmesini savunduklarının kabul edilebileceğini ifade etmiştir. HDP açısından olaya baktığımızda, bunun çok daha ötesinde partinin ileri gelenlerinin bizatihi devletin yönlendirmesi ile “çözüm süreci kapsamında” silahlı çatışmaların sonlandırılması için PKK elebaşı Öcalan ile görüştüklerini ve bu görüşmelere şimdi parti kapatma davasının delili olarak iddianamede yer verildiğini görüyoruz. İster istemez kapatma davasında bu sürece katılan tüm kamu görevlileri davayla ilgili hale getirilmiştir. Meselenin ikincil bir boyutu ise şöyle açıklanabilir: Çözüm süreci zamanında çıkarılan yasal düzenleme ile bu süreçte görev alan kamu görevlilerine hukuki ve cezai olarak sorumsuzluk tanınmıştı. Şimdiyse bu süreçte rol almak, bizzat AYM tarafından ülkenin bölünmez bütünlüğüne aykırılık ve terör örgütüyle “iltisaklılık” olarak nitelendirilirse ileride bu durum o süreçte yer alan herkesin bir şekilde cezai sorumluluğunun doğmasına yol açabilecektir.

– Yani Âkil İnsanlar da risk altında mı?

İddianamedeki mantıkla bu kişiler de sorumluluk kapsamına sokulabilir.

AİHM’DE TÜRK VE TUĞLUK ÖRNEĞİ

– 609 sayfalık iddianamede şu ifade var: “HDP’liler bugüne kadar ısrarla PKK’ya terör örgütü ve elemanlarına da terörist demedi. Aksine PKK için tabanımız, muhatap alınması gereken bir örgüt, halk özgürlük hareketi gibi ifadeler kullanıldı…”  Siyaseten de aslında HDP’lilere en çok sorulan soruydu: “PKK’ye neden terör örgütü demiyorsunuz.” Bu bir kapatma nedeni olabilir mi?

Bu tartışma aslında DTP’nin kapatılması sürecinde de sıklıkla yapılmıştı. AYM de AİHM’nin Herri Batasuna ve Batasuna/İspanya kararına atıfla, DTP’nin yöneticilerinin PKK’yi terör örgütü olarak nitelendirmemesini, en önemli delillerden biri olarak ortaya koymaktaydı. Ancak AİHM, DTP’nin yapmış olduğu başvuruda, Batasuna kararının aksine tek başına soyut olarak terörü kınamamış olmanın bir siyasi partinin kapatılması için yeterli olmadığını ortaya koymuştur. Buna göre ilgili partinin, somut terör olayları karşısında almış olduğu tutuma bakılmalıdır. Buradan hareketle AİHM, örneğin Aysel Tuğluk ve Ahmet Türk’ün PKK’yi terör örgütü olarak görmeseler de söylemlerinin bütününde şiddeti reddeden bir tavır almış olduklarını belirtmiştir. Dolayısıyla AYM de önüne gelen bu davada HDP’nin ve bu partinin mensubu siyasetçilerin şiddet ve terör olayları konusunda almış oldukları tutumu bir bütün olarak bağlamından koparmadan ele almak durumundadır.

– Tek tek üstünden gitmeyip genel fotoğrafa bakarsak bir anayasa hukukçusu olarak iddianamenin tümünde ne görüyorsunuz?

Hukuken gerçek ve somut delillere dayalı bir iddianame olmaktan uzak olduğunu görüyorum. Henüz sadece suç şüphesiyle başlatılmış yüzlerce soruşturmanın sadece künyesine atıf yapılarak oluşturulmuş, ölüler için siyasi yasak talep edilen, “milli meselelerde Türkiye Cumhuriyet Devleti yanında yer almamak” gibi siyasi değerlendirmelere yer veren bir iddianamenin hukuki inandırıcılığı zayıftır.

GÖREV GASPI

– Cumhurbaşkanı “hukuk reformu” vaadinde bulundu. Sonrasında Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’nın tutuksuz yargılanmalarını isteyen AİHM’ye meydan okuduk. Yakın zamanda açıklanan İnsan Hakları Eylem Planı’nın ardından Gergerlioğlu ve HDP’nin kapatılması davası… Ve son olarak da İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçilmesi… Siz bir anayasa hukukçusu olarak, ülkedeki mevcut sistemi hangi cümlelerle anlatırsınız?

Günümüz Türkiyesinde seçim ve parlamento gibi tüm kurumlar, demokratik özgürlükçü ideolojinin gerçekleşmesi için değil, var olan otoritenin kendisini meşrulaştırması için araçsallaştırılmıştır. Anayasa, iktidarı sınırlayan gerçek bir anayasa olmaktan çıkmış, kurumların şeklini bozan otoriter bir anayasacılık anlayışı egemen olmuştur. Kendisini desteklemeyenlerin haklarını, kendi çıkarlarına ve hükmetme arzusuna kurban eden bu sağ popülist yönetim anlayışı, toplumsal kutuplaşmayı da artırmaktadır. TBMM’ce onaylanması uygun bulunan İstanbul Sözleşmesi’nin, anayasanın 90. ve 104. maddelerine aykırı biçimde bir Cumhurbaşkanlığı kararıyla feshedilmesi, bu yönetim anlayışının tipik bir örneği olmuştur. Bu, 2011’de TBMM tarafından oybirliğiyle onaylanması uygun bulunan ve anayasanın 90. maddesi gereği yasaüstü olan bir normun Cumhurbaşkanlığı kararıyla kaldırılması, normlar kademelenmesini altüst etmiştir. Bu kararın dayanağı olarak gösterilen Cumhurbaşkanlığı kararnamesi de anayasanın 104/17. maddesine açıkça aykırıdır. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin münhasıran kanunla düzenlenmesi gereken bu konu Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez. Yine anayasanın açık hükmü gereği Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kanunda farklı hükümler bulunması halinde kanun hükümlerinin uygulanması gerekir. Özellikle 2017 anayasa değişiklikleriyle birlikte artık kuvvetler ayrılığı anlamını yitirmiş, yürütmenin yasamaya hâkimiyeti bir tek adam iktidarını ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla bu rejim, otoriterizm ile her şekilde ilişkilendirilebilir. Örneklersek: diyebiliriz ki Bonapartizm’in özellikleri hayat bulmuştur. Sürekli bir tehdit hali, “toplumun sürekli kurtarıcısı” rolünün oynanmasını sağlamaktadır. Ya da bir nevi Caudillo (lider, şef) ortaya çıkmıştır. Devlet başkanı, hükümet başkanı, başkomutan, iktidar partisinin genel başkanı, yargının üst yönetimini belirleme ve kendisine tamamen bağlı bir basın yayın imparatorluğu. Franco İspanyası’nı betimleyen bu düzenin sanki bugünden pek bir farkı yok. Aslında 2007’den itibaren özgürlükçü demokrasiden uzaklaşıp rekabetçi otoriter rejim durağına yanaşıyoruz. Siyasal oyun alanı serbest ve adil değil. Seçim kampanyalarında devlet kaynakları sınırsızca kullanılabilmektedir. Sosyo-ekonomik açıdan da patronlu bir başkanlık rejimine dönüştük. Bürokrasi dönüştürülmüş, kapsamlı atama ve azletme yetkisiyle liyakatsiz ama sadık bir kamu görevlileri kadrosu oluşturulmuş ve onların baş hamisi olunmuştur. Anayasanın 106. maddesi, cumhurbaşkanına şu an tüm bu yetkiyi vermektedir.

Yoruma kapalı.